Prof. Dr. Ali Rıza Büyükuslu
Bilim-teknoloji çağında yeni sanayileşme süreçleri dijital teknoloji, inovasyon, girişimcilik ve entelektüel sermaye üzerine inşa edilmektedir. Bu bağlamda start-up’ların iş yaratma ve iş kalitesi üzerindeki etkisi büyük ölçüde ekosistemin gücüne, finansmana erişime, kurumsal yapılara ve kamu politikalarına bağlıdır. Dolayısıyla “Start-up’lar iş yaratır mı, daha iyi işler sağlar mı?” sorusu bağlama duyarlıdır ve esasen destekleyici bir ekosistemin varlığıyla ilişkilidir. Start-up’lar uzun süredir ekonomik dinamizmin, inovasyonun ve teknolojik ilerlemenin temel aktörleri olarak görülmektedir. OECD verilerine göre toplam istihdamın yalnızca %20’sini oluşturmalarına rağmen net iş yaratımının yaklaşık yarısından sorumludurlar. Bu güçlü etki, politika yapıcıların start-up desteklerini artırmasına yol açmıştır. Ancak daha iyi (decent) iş sağlayıp sağlamadıkları tartışmalıdır. Bu konuda iki yaklaşım bulunmaktadır:
(1) Start-up’ların dinamik, esnek ve fırsatları daha eşit dağıtan iş ortamları sunduğunu savunan iyimser görüş;
(2) Start-up kültürünü uzun çalışma saatleri, güvencesizlik ve zayıf yönetimle ilişkilendiren eleştirel görüş.
Teorik çerçeve: Start-up felsefesinin evrimi ve teknolojik dönüşümler; start-up olgusunun tarihsel kökeni
Start-up kavramı, modern kapitalist ekonomide 4 büyük dönüşümün ürünüdür:
1. Üçüncü sanayi devrimi ve dijitalleşmenin temelleri:1970’lerde mikroişlemci devrimi, kişisel bilgisayarların yaygınlaşması ve yazılım sektörünün doğuşu girişimcilik için eşik maliyetlerini dramatik biçimde düşürmüştür. Silikon Vadisi, akademi–sermaye–inovasyon üçlüsünün erken örneği olarak girişimcilik literatürünün kurumsal temelini oluşturmuştur.
2. Dördüncü sanayi devrimi ve platform ekonomisi: 2000’ler sonrası dijitalleşme, bulut bilişim, yapay zekâ, büyük veri ve platform ekonomileri (Uber, Airbnb, Alibaba) start-up ölçeklenebilirliğini artırmış; sermaye verimliliği ve hızlı büyüme potansiyeli start-up modelini küreselleştirmiştir.
3. Girişimcilik: Devlet destekli ulusal inovasyon sistemleri: ABD, AB ve Asya ülkeleri özellikle 2010’lardan itibaren start-up’ları: ekonomik büyümenin, teknolojik bağımsızlığın, global rekabet gücünün ve istihdam kalitesinin stratejik bir aracı olarak konumlandırmıştır. Bu bağlam, start-up’ların sadece ekonomik aktörler değil, aynı zamanda ulusal kalkınma projelerinin yapı taşları hâline geldiğini göstermektedir.
4. Ulusal STEM eğitimi ve İnovasyon-Girişimcilik-Teknoloji odaklı Yükseköğretim:
Güçlü bir start-up ekonomisinin en kritik belirleyicisi, tesadüfi girişimci başarı öyküleri değil; ulusal ölçekte kurumsallaşmış, yüksek nitelikli bir STEM eğitim altyapısıdır. Matematik, mühendislik, bilişim, fizik, kimya, biyoteknoloji, veri bilimi ve yapay zekâ gibi alanlarda erken yaşta başlayan sistematik eğitim, geleceğin girişimcilerine yalnızca teknik bilgi değil, problem çözme, algoritmik düşünme, karmaşık sistemleri kavrama ve bilimsel yöntem kullanma becerileri kazandırmaktadır. Ulusal STEM kapasitesi zayıf olan hiçbir ülke, ileri teknoloji start-up ekosistemi kuramaz; çünkü yüksek katma değerli girişimler, doğası gereği bilimsel yetkinlik, derin teknik uzmanlık ve araştırma okuryazarlığı talep eder. ABD ve Asya örneklerinde görüldüğü üzere, STEM temelli milli eğitim sistemleri, start-up ekosisteminin beslenme kaynağı olan yüksek donanımlı insan sermayesini üretir ve böylece girişimcilik dinamizminin sürdürülebilir motorunu oluşturur.
Bununla birlikte ileri teknoloji start-up ekosistemlerinin stratejik çekirdeği, yalnızca eğitim sistemine değil, aynı zamanda dünya standartlarında inovasyon ve araştırma üniversitelerine dayanır. Araştırma üniversiteleri; temel bilim ile ticarileşebilir teknoloji arasındaki boşluğu dolduran, bilgi üretiminin, patentlerin, derin teknoloji girişimlerinin ve akademi–sanayi iş birliklerinin merkezidir. Silikon Vadisi’nin Stanford–Berkeley ekseni, Boston ekosisteminin MIT–Harvard temeli veya Güney Kore’nin KAIST modeli, inovasyon ekosistemlerinin üniversitesiz var olamayacağının kanıtıdır. “Bilgi ekonomisinin altyapısı” olarak nitelendirilebilecek bu kurumlar olmadan bir ülkenin start-up ekosistemi kısa ömürlü kalır; Ar-Ge yoğun girişimler ise ölçeklenemez. Dolayısıyla, güçlü bir start-up ekonomisi inşa etmek isteyen her ülke için yüksek kaliteli araştırma üniversiteleri ve STEM tabanlı ulusal eğitim sistemi bir tercih değil, varoluşsal bir zorunluluktur.
Start-up ekonomisinin küresel ölçeği
Küresel girişimcilik verilerine göre; dünya genelinde yaklaşık 150.000 teknoloji start-up’ı, toplam 7 trilyon dolar ekosistem değeri, 1.500+ unicorn, ve OECD ülkelerinde yeni işlerin %50’si girişimci firmalardan kaynaklandığını göstermektedir. Yeni veriler ekosistem kalitesi ile iş yaratma kapasitesi ve çalışma hayatı kalitesi arasındaki kritik bağı ortaya koymaktadır.
Ekosistem modelleri ve iş kalitesi farkları
1. ABD ekosistemi; Güçlü, derin ve likit risk sermayesi piyasaları,devlet ve özel sektör destekli inovasyon-girişimcilik-teknoloji altyapısı, yüksek kaliteli üniversiteleri, ar-ge merkezleri ile iş birliği, yüksek ücret seviyesi ve küresel çekim gücü.Bu modelde ortalama iş kalitesi daha yüksektir.
2. Avrupa ekosistemi; Yüksek niteliğe sahip işgücü, Avrupa Birliği araştırma fonları-proje finansmanı, güçlü çalışma standartları, regülasyonlar,Ancak ABD ile mukayese de önemli teşvik ve ölçeklenme finansmanı eksiklikleri söz konusudur.Bu nedenle yüksek potansiyele rağmen iş ve büyüme performansları tam olarak gerçekleşememektedir.
3. Asya ekosistemi; Hızlı ölçeklenme kapasitesi,devlet öncülüğünde stratejik teknoloji yatırımları dikkat çekmektedir. Çalışma koşullarındaki zafiyetlere rağmen yüksek teknoloji alanlarında hızlı iyileşme gözlemlenmektedir.Bu model, dinamik ve yüksek büyüme odaklı bir iş yapısına işaret etmektedir.
Start-up ekosistemlerinde iş kalitesi: Çok boyutlu bir analiz
OECD iş kalitesini üç boyutta tanımlar: gelir kalitesi, işgücü piyasası güvenliği ve çalışma ortamının niteliği. ILO’nun “İnsana Yakışır İş” yaklaşımı bu çerçeveyi çalışma hakları, sosyal koruma, sosyal diyalog ve kapsayıcılık eksenleriyle genişletir. Güncel start-up çalışma hayatında ise ücret istikrarı, yan haklar, esnek sözleşmeler, uzaktan çalışma, beceri edinimi, çalışan otonomisi, esnek tatil sistemleri ve çeşitlilik gibi göstergeler öne çıkmaktadır. Haltiwanger, Criscuolo, Decker ve OECD’nin firma dinamikleri araştırmaları şunu göstermektedir:
• Girişimci firmalar son yıllarda toplam iş yaratımının önemli bir kısmını üstlenmektedir.
• Özellikle yüksek büyüme potansiyeli taşıyan girişimci firmalar net istihdam artışını sürüklemektedir.
• Ancak düşük verimlilikteki geniş mikro start-up grubu düşük kaliteli işler üretebilmekte ve firmalar arası eşitsizliği artırabilmektedir. Bu nedenle iş sayısından çok işin kalitesi, ekosistemin yapısına ve firma niteliğine bağlıdır.
Start-up ekonomisinin yeni paradigması
Start-up’ların iş yaratma ve daha kaliteli istihdam üretme kapasitesine ilişkin tartışma, artık yalnızca ekonomik bir tartışma olmaktan çıkmış; dijital çağın ruhunu, teknolojik kapitalizmin dönüşümünü ve geleceğin çalışma toplumuna dair derin felsefi soruları da içinde barındıran çok katmanlı bir mesele hâline gelmiştir. Global iş gücü piyasalarında Start-up’ların net istihdam artışını sürükleyen benzersiz ekonomik motorlar olduğunu açıkça görülmektedir. Ancak yaratılan işin niteliği, yalnızca firmanın bireysel özelliklerine değil; ekosistemin kalitesine, devletin stratejik kapasitesine, sermayenin derinliğine, eğitim sistemi ile teknoloji altyapısının bütünselliğine ve en önemlisi toplumun bilim–teknoloji yönelimli zihniyetine bağlıdır. Start-up’ların sunduğu işlerin kalitesi, ücretlerden çalışma standartlarına, öğrenme eğrilerinden kapsayıcılığa kadar tek başına firma davranışıyla değil, bütün bir ulusal inovasyon sisteminin tasarımıyla şekillenir. ABD’nin sermaye derinliği, Avrupa’nın güçlü sosyal standartları, Asya’nın devlet destekli stratejik hız kapasitesi, üç farklı kalkınma modelini temsil etmektedir. Bu modellerin ortak kesişimi ise, bilgi ekonomisinin yeni sınıfı olan start-up çalışanlarının, geleceğin üretim rejiminin temel taşı hâline gelmesidir. Ancak burada kritik bir ikilem bulunmaktadır: Start-up ekonomisi, eşitsizliğin hem üreticisi hem azaltıcısı olabilir. Düşük verimli mikro girişimler güvencesiz işleri artırırken; yüksek teknoloji start-up’ları yüksek kaliteli istihdam fırsatlarını genişletebilir. Bu çift yönlü mekanizma, çağımızın en önemli politik ve sosyoekonomik meydan okumalarından birini oluşturmaktadır.
Gelecek perspektifi: Start-up uygarlığı ve yeni emek felsefesi
Yakın gelecekte start-up ekosistemi, üç eksende yeniden şekillenecektir:
- Teknolojik derinleşme: Yapay zekâ, kuantum teknolojileri, sentetik biyoloji, robotik ve temiz enerji girişimleri, istihdamın niteliğini “yüksek beceri + yüksek otonomi + sürekli öğrenme” eksenine taşımaktadır. Bu firmalarda çalışmak, yalnızca bir iş değil, sürekli dönüşen bir entelektüel yolculuk hâline gelmektedir.
- İnsana yakışır dijital çalışma kültürü: 996 gibi modellerin yerini, esnek, insani, zihinsel sağlığı önceleyen iş felsefesi alacaktır. Start-up’lar, gelecekte yalnızca ürün inovasyonu değil, çalışma biçimi inovasyonu ile de rekabet edeceklerdir.
- Devlet–sermaye–bilim üçgeninin yeniden kurgusu: Geleceğin ekonomileri, start-up’ları yalnızca destekleyen değil, onlarla birlikte ortak üretim yapan katılımcı devlet modellerine geçecektir. Ekosistemin merkezine “entelektüel sermaye”, “bilimsel kapasite” ve “yenilikçi girişimcilik” yerleşecektir.
Son söz: Teknolojik geleceğin inşasında start-up’ların varoluşsal rolü
Start-up’lar, modern ekonominin yalnızca yenilik üreticileri değil; aynı zamanda gelecekte nasıl yaşayacağımızı, nasıl çalışacağımızı ve nasıl bir toplum olacağımızı etkileyen yeni bir uygarlık formunun mimarlarıdır. Onların iş yaratma kapasitesi, özü itibariyle, insanlığın bilgi üretme kapasitesiyle paraleldir. Bu nedenle, asıl soru şudur: Start-up ekosistemini güçlendirmek, aslında kendi geleceğimizi mi güçlendirmektir? Bu çalışma, bu soruya güçlü bir biçimde “evet” yanıtını vermektedir. Çünkü kaliteli iş, yüksek refah ve insan onuruna yakışır çalışma ancak bilim–teknoloji–girişimcilik temelli güçlü ekosistemlerde filizlenebilir. Dolayısıyla start-up’lar, sadece bugünün ekonomik aktörleri değil; yarının teknolojik toplumunun, yeni üretim felsefesinin ve insan merkezli dijital dönüşümün taşıyıcı sütunlarıdır. Ve bu sütunlar güçlendiğinde, yalnızca yeni işler değil, yeni bir gelecek yaratılır.
Kaynak: Sanayi Gazetesi