Ali Rıza Büyükuslu
ALGI YÖNETİMİ VE HAKİKAT İLİŞKİSİ
Platon, ‘Devlet’ eserinde insanların gerçeklik yerine gölgelerle yetinmesini anlatır. Bu alegori, siyasetin “algı üretme’’ mekanizmalarıyla neredeyse bire bir örtüşmektedir. Halk, ekonomik sorunların yarattığı sıkıntıyı doğrudan yaşasa da popülist siyasetin sunduğu “başarı ve sanal refah’ hikayeleri onları duygusal hayal ürünü toz pembe bir dünyada olduklarına ve gerçekliğin ise duvarındaki gölgelerden ibaret olduğuna hipnotize etmektedir. Hannah Arendt, Hakikat ve Politika adlı eserinde siyasetin çoğu zaman hakikati eğip bükmeye dayandığını, ancak gerçeklerin inatçı doğası gereği sonunda ortaya çıkacağını vurgular. Popülist siyaset hakikati yansıtmak yerine onu manipüle etme veya yok sayma eğilimindedir. Arendt’e göre hiçbir propaganda makinesi, somut yaşam koşullarını tamamen gizleyemez. Geçinemeyen, yoksullaşan ve adaletsiz gelir dağılımının yükünü taşıyan halk, bir noktada “hakikat ile yüzleşmek” zorunda kalacaktır.
Jean Baudrillard ise ‘Simülakrlar ve Simülasyon’ kitabında modern toplumların “gerçekliğin yerine görüntülerin geçtiği” bir evreye girdiğini belirtir. Bugün popülist siyasetin medya kampanyalarıyla yarattığı gerçek dışı görüntü tam da bu simülakrların bir örneğidir. Ancak simülakrların sonsuza dek süreceğini varsaymak yanılgıdır; örneğin ekonomiyi masa başında istatistiksel manipülasyonlarla yönetmek, çok kapsamlı bir bilim alanı olan ekonomiyi sadece rakamlara indirgemek suretiyle özünde kıt kaynakları adil dağıtarak insan refahını artırma misyonu olan bu disiplini fazla küçümsemiş olursunuz. Ekonomi bilimini küçümsemenin, algı ile yönetmenin bedelini medeni ülkelerde siyasetçi, üçüncü dünya ülkelerinde ise millet fakirlikle, açlıkla öder. Yapay zekâ çağında ekonominin gerçeği; Üretim, sürdürülebilir kalkınma (yeşil dönüşüm), adil bölüşüm/adil gelir dağılımı (sosyal politika), bilimsel eğitim (yüksek nitelikli insan kaynağı yetiştirme), bilim-arge-teknolojik ilerleme-girişimcilik (sermayenin tabana yayılması) ve hukuktur.
EKONOMİK GERÇEKLER KARŞISINDA ALGININ SINIRLARI
Karl Marx, kapitalist ideolojinin “yanlış bilinç” üreterek sınıf gerçeklerini gizlediğini savunur. Bu bağlamda algı yönetimi, halkın yoksulluğunu dış güçlere, göçmenlere, soyut düşmanlara ve hatta Tanrıya (ilahi takdir, kader, alın yazısı…) bağlayarak siyasi erkin sorumluluğunu perdelemektedir. Ancak Marx’ın da vurguladığı gibi, üretim ilişkileri değişmedikçe, bilimsel ilerleme ekonomik yapıya entegre edilmedikçe yoksulluk ve eşitsizlik ortadan kalkmaz. Max Weber ise rasyonelleşmenin önemine dikkat çekmiştir. Weber’ e göre; Bilim ve teknolojiye dayalı rasyonel politikalar yerine “karizmatik lider söylemleri” ve “duygusal manipülasyon” ile yönetilen toplumlar, uzun vadede kurumsal çürüme ve ekonomik istikrarsızlığa sürüklenir. Tarih de bunu doğrulamaktadır. Sovyetler Birliği’nin yıkılışı, üretim yerine ideolojik algıya dayalı ekonomi politikalarının uzun vadede sürdürülemez olduğunu göstermiştir. Akıl-bilim yerine tinsel ideoloji tabanlı algılarla ile yönetilen İran, Afganistan, Yemen, Lübnan gibi ülkelerin ekonomilerinde toplumsal refahın çöküşü ve aynı şekilde birçok Latin Amerika ülkesinde popülist politikacıların salsa-samba-rumba ile soslanmış romantik söylemleri kısa vadede halkı ikna etse de uzun vadede hiperenflasyon, işsizlik ve fakirleşme getirdiği görülmüştür.
SOSYAL MEDYA VE MODERN HİPNOZ MEKANİZMALARI
Günümüzde siyasetçiler, sosyal medyanın hızını ve yaygınlığını kullanarak adeta “toplumsal bir sanal gerçeklik” üretmektedir. Milleti manipüle ederek ekonomik sıkıntıları unutturmak mümkün mü? “Hayat pahalılığı, beslenemeyen çocuklar, işsizlik, eşitsizlik, adaletsiz gelir dağılımı, toplumun büyük çoğunluğunun yoksullaşması ve mutsuz olması gibi gerçekler, hamasi söylemler ve manipülatif konvansiyonel medya veya sosyal medya paylaşımlarıyla ne kadar süre daha görmezden gelinebilir?” George Orwell’in 1984’te yazdığı gibi, “Gerçek, var olmaktan vazgeçmez; sadece görmezden gelinir.” Toplumların gerçeklerle yüzleşmesi belki zaman alabilir, ama sosyal medya çağında bile ekonomik acıların üzeri kalıcı olarak örtülemez.
Toplumu kolektif yanılsama ya da ideolojik büyü ile yönetmek isteyen rejimler güdümlü medya, sosyal medya mecraları dışında diğer hipnoz mekanizmalarını devreye sokarlar. İnsanların yaşadıkları gerçekliği sorgulamadan, ortak bir masala inanır gibi, manipüle edilmiş umutlara, yalan gelecek hikayelerine ve sahte başarı anlatısına kapılmasını sağlarlar. Marx’ın dediği gibi, ideolojiler çoğu zaman “halka yanılsama mutluluğu” sunmak için kullanılır; burada da topluma sunulan “tozpembe dünya” bu yanılsamanın bir ürünü olarak belirir. Theodor Adorno’nun “kültür endüstrisi” eleştirisinde işaret ettiği üzere, yaşanan toplumsal acılar, eşitsizlikler ve başarısızlıklar, parlatılmış imajlar, uydurulmuş tarih ve kurgusal anlatılarla maskelenir; böylece insanlar eleştirel düşünceyi kaybedip, sistemin dayattığı sahte mutluluğu gerçek sanırlar.
Bu mekanizma aynı zamanda Nietzsche’nin “çoğunluk ahlâkı” kavramıyla da açıklanabilir: birey, hakikatin zorluğuyla yüzleşmektense, çoğunluğun inşa ettiği yanılsamaya sığınır. Toplum, kendi tinsel, ruhsal ve etnik duygularıyla manipüle edilerek, başarısızlığı, yolsuzluğu, hırsızlığı, şiddeti, eşitsizliği, adaletsizliği yani normal olmayan durumları örneğin yoksulluğu bile bir “kader” veya “erdem” gibi görmeye ikna edilir. Böylece, hakikatin ağırlığıyla mücadele etmek yerine, sahte bir huzurun hipnotik rahatlığına teslim olunur.
ÇIKIŞ YOLU: EĞİTİM, ADALET VE ÜRETİM ODAKLI EKONOMİ
Toplumların hipnozdan uyanmasının yolu, bilimsel düşünce, adaletli hukuk sistemi ve üretim odaklı ekonomi politikalarıdır.
- Eğitim: Sokrates’in dediği gibi, “Sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez.” Bilimsel eğitim, bireyleri algı yönetiminden, gerçek dışı vaatler ve boş hayallerden kurtarıp eleştirel düşünmeye yönlendirir.
- Adalet: John Rawls’un “Adalet, toplumsal kurumların ilk erdemidir” sözü, ekonomik kalkınmanın da adaletli gelir dağılımı olmadan sürdürülemeyeceğini hatırlatır.
- Üretim: Adam Smith’in vurguladığı gibi, gerçek zenginlik üretimden gelir. Sanal refah algısı, üretim ve kişi başı düşen milli gelir artışıyla desteklenmediği sürece toplumları fakirleştirir.
Ünlü iktisatçı Keynes’e göre; “Siyasetçiler ve uygulayıcılar, çoğunlukla ölü iktisatçıların fikirlerinin esiridir”. Bu bağlamda, Keynes’in bu sözüne ‘Ölü İdeolojileri’ de ilave etmek mümkündür. Keynes siyasette ideolojik söylemlerin veya dogmatik algıların değil, bilimsel ve çağın ihtiyaçlarına uygun fikirlerin belirleyici olması gerektiğini anlatıyor. “Zenginlik, altın ve gümüş yığmakla değil, insan emeğinin üretkenliğini artırmakla mümkündür.” sözüyle Keynes gerçek refahın paranın değil üretim gücünün artmasıyla sağlanacağını vurgulamaktadır. “Gerçekten tehlikeli olan, dürüstçe yanılmak değil; bilerek gerçeği çarpıtmak ve halkı yanıltmaktır” sözüyle de iktisadi yönetimde yalan ve algı oyunlarının uzun vadede yıkıcı olacağına dikkat çekmektedir. Keynes’e göre “Kapitalizmin kusuru, adaletsiz ve keyfi bir servet dağılımıdır.” Bu nedenle, milli gelirin adil dağıtımı olmadan sağlıklı bir toplum düzeninin kurulamayacağını belirtir.
SONUÇ
Tarihsel deneyimler ve günümüzün somut verileri göstermektedir ki, yalnızca algılarla inşa edilen siyasal ve ekonomik düzenler uzun vadede sürdürülemez. Masalsı başarı anlatıları, toplumsal gerçekliğin acılarını hafifletmekte yetersiz kalır; çünkü üretim kapasitesindeki daralma, adaletsiz gelir dağılımı ve nitelikli eğitim-bilimsel-teknolojik ilerlemeden kopuş er ya da geç kendini hissettiren yapısal sorunlardır. Algı yönetimi kısa vadeli siyasi avantajlar sağlasa da kalıcı kalkınmanın, refahın temeli ancak bilimin, teknolojinin ve rasyonel kurumların sunduğu gerçeklik üzerine inşa edilebilir. Bu nedenle, kalkınma stratejilerinin merkezine eleştirel aklı, bilimsel düşünceyi, üretim ve insan odaklı politikaları yerleştirmek bir tercih değil, zorunluluktur.
Geleceğin dünyasında ekonomik ve toplumsal yaşamın yönünü belirleyecek asıl güç, bilimsel ve teknolojik gerçeklik olacaktır. Dijital dönüşüm, sürdürülebilir enerji, yapay zekâ, malzeme bilimi, biyoteknoloji ve benzeri alanlarda yaşanan ilerlemeler ve sanayi devrimleri 4.0-5.0 toplumların kaderini algısal yanılsamalardan çok daha gerçekçi biçimde şekillendirecektir. Bu bağlamda, popülist söylemlerin sunduğu kısa vadeli tatminler, yalnızca derin yoksullaşmayı ve toplumsal fakirleşmeyi hızlandıracaktır. Çare, halkın geleceğini önceleyen, ileri teknoloji tabanlı üretim ekonomisini benimseyen, bilimsel gerçeklere dayalı, adaletli ve üretken bir siyaset anlayışındadır. Böyle bir yaklaşım, sadece ekonomik istikrarın değil; aynı zamanda toplumsal barışın, sürdürülebilir kalkınmanın ve insan onuruna yakışır bir uygarlığın temelini oluşturacaktır.
Kaynak: Sanayi Gazetesi