Prof. Dr. Ali Rıza Büyükuslu
Bu noktada ortaya çıkan düzen, “milletsiz ekonomi” olarak tanımlanabilir. Zira bu modelde millet, siyasal özne olarak ortadan kaldırılır; halk, yalnızca siyaset erkinin izin verdiği ve lütfettiği ölçüde barınan, beslenen, eğitilen, sağlık hizmeti sunulan ve hatta istihdam edilen edilgen bir topluluk hâline gelir. Kamu kaynakları, refahın geniş kitlelere dağıtımı için değil, oligarşik elitlerin, muktedir siyasetçilerin, seçkin bürokratların yani bu mutlu azınlık rejiminin devamını sağlayacak yapıların finansmanı için seferber edilir. Böylelikle işsizlik, yoksulluk veya enflasyon gibi sorunların çözümü rejimin asli kaygısı olmaktan çıkar. “Demokrasisiz halk” kavramı tam da bu bağlamda anlam kazanır: siyasetten dışlanmış, temsil gücünden yoksun bırakılmış bir toplum, kendi refahını talep etme kapasitesini kaybeder. Meşruiyetini-egemenliğini milletten almayan bir ekonomi politikası neden olduğu kamu zararının veya sefalet ekonomisinin hesabını da millete vermez.
Kuzey Kore örneğinde görüldüğü üzere, iktidar topluma refah sağlamaktan ziyade iktidarın sürekliliğini garanti altına almayı öncelemektedir. Benzer şekilde Vladimir Putin’in Rusyası, seçim süreçlerini demokratik meşruiyet aracı olmaktan çıkarıp, tek lider etrafında şekillenen bir siyasal monopol haline getirmiştir. Çin’in tek parti sisteminde bireysel özgürlükler, halkın ekonomik talepleri ‘partinin belirlediği sınırlar’ içinde tanımlanmıştır. Bu bağlamda anti-demokratik veya otoriter rejimlerin ortak özelliği, siyasal rekabeti ortadan kaldırmak, siyasette tekelleşmek halkın tercihlerini tek seçeneğe indirgemeleridir. ABD ve Avrupa’da da benzer eğilimlerin güçlendiğine dair tartışmalar söz konusudur. Özellikle son yıllarda “illiberal demokrasi” ve “otoriter popülizm” olarak kavramsallaştırılan bu durum daha çok Batı demokrasilerinde halkın seçim hakkı korunurken hesap verebilirliğin, hukukun üstünlüğünün ve çoğulculuğun aşındırıldığı süreçleri açıklamak için kullanılmaktadır. Burada ekonomi, geniş halk kesimlerinin refahından ziyade göçmen karşıtlığı, milliyetçi söylemler, seçmen sadakati ve elit ağlarının güçlendirilmesi için araçsallaştırılmaktadır. Literatürde bu eğilim, “demokratik gerileme” (democratic backsliding) olarak adlandırılıyor. Levitsky & Ziblatt otoriterizmin yalnızca “çevre ülkelerde” değil, Batı demokrasilerinde de bir risk olarak belirdiğini vurguluyorlar.
Tarihsel ve hukuksal bağlam
İnsanlık tarihi, despotizm ve otoriterlik karşısında özgürlük ve adalet adına verilen mücadelelerin tarihidir. 1215 Magna Carta, krallık otoritesinin sınırsızlığına ilk ciddi darbe vurmuş; 1789 Fransız Devrimi ve 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ise halk egemenliği ve özgürlük düşüncelerini siyasetin merkezine taşımıştır. 20. yüzyılda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (1948), hukukun üstünlüğü ve özgürlüklerin evrensel bir norm olarak tanınmasını sağlamıştır. Bütün bu kazanımlar, insanın kendi iradesiyle daha adil bir düzen talep edebilmesinin ürünüdür. Ancak tarih aynı zamanda bu kazanımların yeniden kaybedilebileceğini de göstermiştir. Nazi Almanyası’nda halkın kendi tercihiyle bir otoriter lideri iktidara getirmesi, “özgür iradenin despotizme teslimi”nin dramatik bir örneğidir. Tarihsel deneyimler bize özgürlüklerin bir kez kazanıldığında sonsuza dek güvence altına alınmadığını; halkın iradesi ve toplumsal bilinç sürekli olarak demokrasiye sahip çıkmadığında, otoriterliğin yeniden kök salabileceğini göstermektedir. Dolayısıyla, özgürlüğün korunması yalnızca tarihsel bir miras değil, her kuşağın kendi sorumluluğudur.
Siyasal yapıları petrol gelirleriyle finanse edilen Arap ülkeleri 21. yüzyılda dahi monarşik yönetim biçimlerini korumaktadır. Bu durum, bilim ve teknoloji çağında halk egemenliğine dayalı demokratik yönetimlerin dünyada norm haline gelmesinin beklendiği bir dönmede dahi otoritenin hanedanlık ve aile temelli iktidar yapıları üzerinden meşrulaştırılmaya devam etmesinin çarpıcı bir ironi ve tarihsel çelişki olarak varlığını sürdürdüğünü göstermektedir Filipinler’de uzun yıllar otoriter liderlik anlayışının toplumda “güvenlik” söylemiyle meşrulaştırılmaya çalışılması, İran’da rejimin halk üzerindeki baskısını dini otorite ile pekiştirmesi ve İsrail’in güvenliğini sağlama adı altında yalnızca kendi halkı üzerinde değil bölgesel ölçekte de otoriter bir güç olma arzusunu sergilemesi, özgürlüklerin iç-dış müdahaleler altında ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha göstermektedir.
Sosyolojik ve felsefi temeller
Aristoteles’in tanımıyla insan “zoon politikon” yani ‘toplumsal ve siyasal bir varlıktır’; siyasal katılım, insanın doğasına uygundur. Rousseau, toplum sözleşmesinde halkın genel iradesinin meşruiyetin kaynağı olduğunu vurgular. Tocqueville, demokrasinin eşitlikçi ve çoğulcu yapısını öne çıkarırken, Hannah Arendt totalitarizmin en büyük tehlikesinin bireyleri atomize ederek kitleyi tek tip düşünceye indirgemek olduğunu belirtir. Totaliter rejimlerin karakteristik özelliği, bireylerin özgürlüğünü yalnızca fiziksel olarak değil, toplumsal ve zihinsel düzeyde de ipotek altına almasıdır. Bu bağlamda Theodor W. Adorno’nun dünyanın bir ‘açık hava hapishanesi‘ne dönüştüğünü söyleyerek, totaliter eğilimlerin hayatın her alanını kuşatan baskıcı doğasını ve sistematik ideolojik denetimine vurgu yapmaktadır. Otoriter rejimler, Arendt’in işaret ettiği biçimde kitleleri “tek sese” dönüştürerek özgür düşünceyi bastırır. Bu durum yalnızca siyasal özgürlüğü değil, aynı zamanda ekonomik refahı da tehdit eder. Çünkü liyakatin değil, sadakatin ödüllendirildiği bir düzende bilimsel gelişme, teknolojik ilerleme, üretme ve adil gelir paylaşımı imkânsız hale gelir. Cehaletin kutsandığı, eleştirel düşüncenin bastırıldığı toplumlarda nitelikli insan sermayesinin oluşması engellenir. Bu durum ise çoğu zaman kakistokrasi, mediocracy, oklokrasi ile açıklanabilir.
Otoriterizm ve milletsiz ekonomi
Otoriter siyasal rejimlerde ekonomi, halkın refahını artırmaya yönelik bir kamusal araç olmaktan ziyade, iktidarın meşruiyetini sürdürmek için kullanılan stratejik bir enstrümana indirgenir. Bu bağlamda işsizlik, yoksulluk veya enflasyon gibi ekonomik-sosyal sorunların çözümü, rejimin asli kaygısı olmaktan çıkar. Halkın barınma, beslenme, eğitim ve sağlık gibi temel hakları, iktidarın izin verdiği ölçüde ve rejimin sürekliliğine zarar vermeyecek biçimde sınırlandırılır.
Hindistan örneği, “milletsiz ekonomi” kavramını anlamak için çarpıcı bir vaka sunar. Hindistan’daki toplumsal tabakalaşma sistemi yani kast düzeni ekonomik eşitsizliği kültürel ve dini bir meşruiyet zeminine oturtur. Louis Dumont, kast sistemini “hiyerarşiyi doğallaştıran” bir toplumsal düzen olarak tanımlarken, bu sistemin özellikle alt kastların toplumsal ve ekonomik taleplerini sınırlayıcı bir işlev gördüğünü belirtir. Modern Hindistan’da ise bu tarihsel yapı, Hindu milliyetçiliği üzerinden yeniden üretilmekte ve otoriterleşen siyasal pratiklerle birleşmektedir. Dolayısıyla Hindistan’da yoksulluk ve kötü ekonomik koşullar yalnızca piyasa dinamiklerinin değil, aynı zamanda dinî referanslarla meşrulaştırılan sosyal tabakalaşmanın ve otoriter siyasal kültürün bir sonucu olarak yorumlanabilir. Halkın daha iyi yaşam koşulları talep etmesinin önündeki en büyük engel, kast sisteminin sunduğu “kutsal kader” anlayışı, yani bu dünyada çekilen yoksulluğun öte dünyada ödüllendirileceği inancıdır. Bu bağlamda Hindistan’daki otoriter eğilimler, din ve kast sistemini araçsallaştırarak ekonomik taleplerin bastırılmasını kolaylaştırmaktadır.
Ekonomi politikalarının bu türden araçsallaştırılması, literatürde “kleptokratik düzenler” veya “rentier devlet” yaklaşımlarıyla da açıklanır. Bu yaklaşım; Ekonomik üretimin, varlığın özellikle kamu kaynaklarının geniş toplum kesimlerinin yararı için değil, genel veya yerel yönetimlerde iktidarı elinde bulunduran azınlığın, onlara yakın olan çevrelerin, iş dünyasının çıkarlarını korumak için seferber edildiğini vurgulamaktadır. Bu noktada ekonomi, milleti oluşturan çoğunluğun refahını gözeten bir yapı olmaktan uzaklaşır ve “milletsiz ekonomi” ve ‘halksız demokrasi’ olarak nitelendirilebilecek bir düzene evrilir. Hannah Arendt’in işaret ettiği üzere, totaliter ve otoriter yapılar “halkı” homojen bir kitleye indirgerken, onun siyasal özne olma kapasitesini yok eder. Bu süreçte ekonomi, siyasal bir özne olarak “millet”i ortadan kaldıran bir düzenin aracı hâline gelir. Örneğin Kuzey Kore’de seçimler gerçekte bir tür “nüfus sayımı” işlevi görür. Oy pusulalarında yalnızca rejimin önceden belirlediği tek aday bulunur; seçmenler kâğıt üzerinde “evet” veya “hayır” diyebilir ama “hayır” oyu fiilen imkânsızdır, çünkü herkes gözetim altındadır.
Sonuç
Otoriterizmin yükseldiği rejimlerde ekonomi politikaları; Kamu kaynaklarının yeniden dağıtımı, üretim ve tüketim ilişkileri, halkın kolektif ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade rejimin ideolojik, siyasal ve finansal devamlılığını temin etmeye hizmet etmektedir. Bu bağlamda “milletsiz ekonomi” kavramı, bu tür rejimlerin ekonomi anlayışını çözümlemek için kritik bir analitik çerçeve sunmaktadır.Demokrasi yalnızca bir yönetim biçimi değil, insanlığın tarihsel mücadelesi sonucunda elde ettiği en değerli özgürlük ve adalet mirasıdır. Ancak bu kazanım mutlak değildir: Demokratik kurumları araçsallaştırarak iktidarı ele geçirenlerin, egemenliğin kaynağı olan halkı süreç dışına itmeleri yani “halksız bir demokrasi” inşa etmeleri ve sistemi hızla otoriterliğe evriltmeleri mümkündür. Esas itibariyle, ekonomi bağlamında otoriterliğin en büyük tehdidi, bireylerin yaşam beklentilerini verilenle sınırlı kılarak onları edilgen bir rızaya mahkûm etmesi, halkın isteklerini artık umursamaması ve halka hesap verme mekanizmalarını ortadan kaldırmasıdır. Bu nedenle hukuk devleti, siyasal rekabet ve özgür düşünce yalnızca demokratik idealler değil, aynı zamanda insanlığın sürdürülebilir refahının temel güvenceleridir. Halksız demokrasi ve milletsiz ekonomi düşünülemez; Cumhuriyet, tam da bu nedenle, “kimsesizlerin kimsesi”dir. Onu ayakta tutan unsur, iktidarın sürekliliği değil, milletin varlığı, iradesi ve özgürce şekillendirdiği ortak gelecektir.
Kaynak: Sanayi Gazetesi