Küresel Sanayide Yeni Güç Haritası: ABD–Çin Rekabeti Türkiye’yi Nereye Taşıyor?

Küresel sanayi son yıllarda olağanüstü bir eksen değişimine tanıklık ediyor. ABD ile Çin arasındaki rekabet yalnızca iki ülkenin ekonomik gücüyle ilgili bir çekişme olmaktan çıkıp, üretimin nerede yapılacağına, teknolojinin kim tarafından üretileceğine ve tedarik zincirlerinin hangi coğrafyalarda güvenli kabul edileceğine ilişkin çok daha geniş bir mücadeleye dönüşmüş durumda. Bu ortam, üretimin tek merkezde yoğunlaştığı dönemlerin sona erdiğini, artık güvenilir, esnek, siyasi riskleri düşük ve sürdürülebilir üretim noktalarının değer kazandığını gösteriyor. Türkiye tam da bu nedenle, küresel rekabetin en sert olduğu bir dönemde kendisini yeni bir fırsat alanının ortasında buluyor.

Prof. Dr. Metin Duyar

Türkiye’yi bu süreçte öne çıkaran temel unsur, Batı ile Doğu arasındaki klasik “ara bölge” konumundan çıkarak, üretim ve lojistik akışını birbirine bağlayan gerçek bir “köprü ülke” hâline gelmesidir. Avrupa’ya günler içinde ulaşılabilen bir tedarik konumunda olmak, Asya’nın üretim merkezlerine doğrudan bağlanabilmek ve Orta Doğu ile Afrika’ya açılan hatları kontrol edebilmek, Türkiye’yi jeopolitik bir güzergâh olmaktan çıkarıp küresel üretim planlamasının stratejik aktörü hâline getiriyor. Bu nedenle nearshoring ve friendshoring gibi kavramlar, Türkiye için yalnızca teorik bir tartışma değil, doğrudan ülkenin ekonomik pozisyonunu güçlendiren pratik bir fırsat başlığına dönüşmüş durumda.

Türkiye’yi öne çıkaran üç stratejik itici güç

  1. Coğrafi ve lojistik merkeziyet:

Avrupa’ya günler, Orta Doğu’ya saatler, Afrika’ya bir hafta içinde erişim sağlayan ender üretim merkezlerinden biri.

  • Teknik üretim kapasitesi:

Otomotiv, makine, savunma sanayi, beyaz eşya ve kimya sektörlerindeki olgunlaşmış üretim ekosistemi.

  • Yeşil ve dijital dönüşümün yarattığı avantaj:

AB’nin karbon düzenlemeleri Türkiye’ye rekabet avantajı sağlarken, OSB’lerde başlatılan dijital izleme ve enerji verimliliği altyapıları Türkiye’yi “güvenilir üretici” konumuna taşıyor.

Sanayi koridorlarının yeniden çizildiği bu dönemde Türkiye’nin rolü daha çok üç temel eksende belirginleşiyor. Birincisi, Avrupa’nın orta-yüksek teknoloji ihtiyacını karşılayabilecek alternatif bir üretim üssü olarak konumlanmasıdır. Otomotiv, makine, savunma, beyaz eşya ve kimya sektörlerinde Türkiye’nin teknik kapasitesi, Avrupa’nın yakın coğrafyasında bu ölçekte bir başka üretim merkezi bulunmadığı gerçeğiyle birleştiğinde önem kazanıyor. İkincisi, Türkiye’nin coğrafi ve lojistik avantajının, küresel ticaret akışlarının kırılganlaştığı bir dönemde ülkeyi daha da kritik bir güzergâh hâline getirmesidir. Üçüncüsü ise yeşil dönüşüm ve sürdürülebilir üretim standartlarının hızla yükseleceği yeni dönemde, Türkiye’nin enerji verimliliği yatırımları ve karbon yönetimi altyapısıyla güvenilir bir ortak olarak öne çıkma potansiyelidir.

Elbette bu fırsatların yanında zayıf noktalar da bulunuyor. Enerji maliyetleri, teknoloji yoğunluğunun sektörel dağılımındaki dengesizlik, KOBİ’lerde dijitalleşme hızının yavaşlığı ve finansman maliyetlerinin yüksekliği Türkiye’nin rekabet gücünü sınırlandıran başlıca unsurlar. Ancak küresel üretim düzeninin giderek “uzaktan üretim” modelinden uzaklaştığı, riskleri minimize eden ve geniş coğrafyalara yayılmış tedarik ağlarını tercih ettiği bir dönemde Türkiye, sahip olduğu altyapı ve konum sayesinde bu zorluklara rağmen değer kazanan bir üretim ülkesi olarak öne çıkıyor.

Bugün asıl belirleyici soru şudur: Türkiye bu rekabeti yalnızca izleyen bir ülke mi olacak, yoksa bu rekabetin yeniden şekillendirdiği üretim düzeninin merkezine yerleşebilecek mi? Bu sorunun yanıtı büyük ölçüde Türkiye’nin önümüzdeki birkaç yılda atacağı adımlara bağlı. Yeşil OSB uygulamalarının yaygınlaşması, dijital ikiz ve yapay zekâ tabanlı üretim teknolojilerinin sanayiye entegrasyonu, enerji verimliliği yatırımlarının hızlanması ve bölgesel sanayi yapılanmasının daha dengeli hâle getirilmesi, Türkiye’yi küresel üretimin tamamlayıcı halkası olmaktan çıkarıp, yeni sanayi düzeninin belirleyici ülkelerinden biri yapabilir.

Sonuçta ABD ile Çin arasındaki rekabet, küresel üretimi iki büyük merkezin çizdiği bir hat olmaktan çıkarıp çok merkezli bir sanayi sistemine dönüştürüyor. Bu dönüşümde Türkiye’nin elde ettiği avantaj, yalnızca coğrafi bir şans değil; üretim kapasitesi, insan kaynağı, OSB altyapısı ve stratejik konumun doğal bir bileşimidir. Bu fırsat penceresinin büyüklüğü açıktır, ancak her fırsat gibi zaman sınırlıdır. Türkiye bugün doğru politikalar ve kararlı bir sanayi dönüşümüyle hareket ederse, küresel rekabetin kıyısında bekleyen değil, bu rekabeti şekillendiren ülkelerden biri olabilir.

Kaynak: Sanayi Gazetesi

Yorum Yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 × 2 =