Dr. Turhan KARAKAYA
Doğuş Üniversitesi Öğretim Üyesi
Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı ülkeler yıllardır değişmiyor: Almanya, ABD, Irak, İngiltere, İtalya. Yakınlık, alışkanlık, pratiklik… Bunlar önemli avantajlar. Ama dünya artık tek eksen üzerinde dönmüyor. Pandemi tedarik zincirlerini yeniden çizdi, Avrupa Yeşil Mutabakatı karbon ayak izini fiyatın içine koydu, dijitalleşme sınır avantajını eritti. Eskiden “yakın olduğumuz için satıyorduk”, şimdi “uyumlu olduğumuz için satmak zorundayız.” Bu da işin tonunu değiştiriyor. Ürün kalitesi artık başlangıç seviyesidir. Asıl rekabet, güven duygusu ve sürdürülebilir varlık üzerinden yürür.
Sektörel dağılımlar da bize önemli bir şey söylüyor. Otomotiv yüzde 15 ile başı çekiyor, kimya yüzde 11, elektrik-elektronik yüzde 7, makine yüzde 6,5 seviyelerinde. İklimlendirme sektörü ise yüzde 2,5 civarında ama geleceğin en kritik dönüşüm alanlarından biri tam da burada: enerji verimliliği, yaşam döngüsü maliyeti, düşük GWP soğutkanlar, karbon ayak izi hesaplamaları. Yani mühendislik refleksimiz ve üretim kabiliyetimiz güçlü. Ancak bir ürünün teknik olarak iyi olması, dünya pazarının o ürüne ihtiyaç duyduğu anlamına gelmez. Dünyanın o ürüne ihtiyaç duyduğunu “bizim anlatmamız” gerekir.
Türkiye’de şirketlerin yüzde 99’u KOBİ. İhracatın üçte birini de onlar yapıyor. Dolayısıyla uluslararası rekabet sahnesine çıkacak olan da bu ülkenin ekonomik ağırlığını omuzlayan da esasen KOBİ’lerdir. Ancak burada üç temel eksik karşımıza çıkıyor. Birincisi, pazar bilgisi eksikliği: “Biz herkese satarız” düşüncesi artık geçerli değil. İkincisi, marka inşasının yanlış anlaşılması: Logoyu büyütmek, katalog bastırmak, web sitesini İngilizce yapmak marka yaratmak değildir. Üçüncüsü, kurumsallaşmayı sürekli erteleme alışkanlığı: “Bunu da bir ara yazarız” cümlesi, Türkiye sanayisinin en pahalı cümlesidir.
Uluslararasılaşma bir fuara gidip birkaç kartvizit almakla olmaz. Hedef pazar seçilir, ürün o pazarın standartlarına ve kullanım alışkanlıklarına göre düzenlenir, yerel servis ve teknik destek ağı oluşturulur, referanslar görünür kılınır ve marka tutarlı şekilde konumlandırılır. Çünkü dünya pazarında cihazın BTU değeri değil, arıza olduğunda kapıyı açabilecek bir muhatabın varlığı güven yaratır. Başka bir ifadeyle, cihaz satılmaz; güven satılır.
İklimlendirme sektörünü ele alırsak: Dünya HVAC pazarı bugün 300 milyar dolar seviyesinde. Şehirleşme, veri merkezleri, enerji verimliliği baskısı ve iklim krizi bu alanı sürekli büyütüyor. Türkiye burada güçlü: mühendislik bilgisi derin, proje pratiği geniş, saha tecrübesi güçlü. Ancak küresel marka görünürlüğümüz hâlâ sınırlı. Biz çoğu zaman ürünü yapıyoruz; ama hikâyesini anlatmayı, referans projeyi belgelemeyi, servis gücümüzü küresel pazara taşıyacak kurgu oluşturmayı ikinci plana atıyoruz. Dünyada rekabet çoğu zaman teknikten çok algı üzerinden yürür. Ve evet, bu bazen adil değildir. Ama oyunun kuralı bu.
Bu nedenle asıl kritik soru şudur: Dünyaya kim olarak çıkacağız? Ucuz tedarikçi mi olacağız, hızlı çözümcü mü, teknoloji sağlayıcısı mı, stratejik ortak mı, yoksa uzun vadeli güven veren marka mı? Hepsi mümkün. Ancak hepsi aynı anda mümkün değildir. Yön seçmeyen büyümez.
Peter Drucker’ın sözü tam burada anlam kazanıyor: “Strateji, yapılan seçimdir; geri kalan her şey gürültüdür.”
Türkiye sanayisi bugün bir eşikte. Üretmek bizde var. Belli. Şimdi mesele, kendimizi nerede ve nasıl konumlandıracağımıza karar vermek. Çünkü konteyner göndererek ihracat yapılır. Ama dünya oyuncusu olmak için kimlik gerekir.
Ve o kimlik, artık ertelenemez.
Kaynak: Sanayi Gazetesi